Ana içeriğe atla

Sen ve Bazı Dilemmalar

  İçimde; dolduramadığım, bir yere bırakamadığım, tanımazlıktan gelemediğim, bağıra bağıra atamadığım, susa susa yok edemediğim ve asla kaçamadığım bir boşluk yokluyor aciz bedenimi. 'Medet ya Rabb!' diye diye sabahlara kadar yüreğimi tırnaklarımla söküp atmak istediğim zamanlardan getiriyor bu boşluk beni.  

   Bir elim titrek kalbimde, bir elim fotoğrafındayken düşünüyorum tüm bunları. Sana dair bir mektup nasıl yazılır bilmezken son mektubumu yazmaya yelteniyorum. Ne büyük tezat değil mi? Bizim gibi.

  Lakin biliyorum; tozlu bir kâğıt arasında dahi buluşamayacak gözlerimiz. Şu hissiz kağıdı tuttuğum ürkek ve soğuk ellerim, hissini bir kâğıt parçasında bırakacak. İkimiz farklı alemlerde debelenirken bu kâğıt parçası, basit bir sehpa üstünde hiç olup gidecek.

   Aslında çokça üzülüyorum. Zira ikimizin başrol olduğu bir hikâye yazsaydım böyle hissiz bir son tahayyül etmezdim. Daha fazlasını hak ederdik. Örneğin; ben, sana böyle sessizlik atfetmezdim. Dünyadaki sözcük kuyusu tükenip kimseye tek kelime söz etme hakkı kalmayana kadar konuşmanı dilerdim. Anlatacak çok şeyin olurdu. Öyle ki okuyucu dahi yorulurdu onca kelamı okumaktan. Ben yorulmazdım.

   Sana ‘hiç’ kadar ağır bir gömlek giydirmezdim. Varlığının bilindiği bir alemde, yokluğunla terbiye etmezdim kelamlarımı. Uzun uzadıya senden ve benliğinden bahsederdim. Öyle ki okuyucu bile sıkılırdı varlığından. Ben sıkılmazdım.

    Benim yazdığım hikayede kimsenin kalbi kırılmazdı böyle fütürsuzca. Kelimelerin canı olduğunu, iyisinin ruhu okşadığını ve kötüsünün kalbi tek hamlede öldürdüğünü kazırdım her sayfanın arasına. Öyle ki okuyucu bilirdi bunu. Biz bilirdik.

   Ama ne ben bir yazarım ne bu bir hikâye. Aslına bakarsan sen de yoksun. Olmayana dil dökene meczup derler. Olsun, desinler. Bin mahlasımız var, birinde de bize Mecnûn desinler.

   Bizi bir hikâyenin içinde mutlu sona denk düşürmeyen hayat, senin yolunu da tozlu iki satıra düşürmez. O yüzden şu vakitten sonra ne derlerse desinler. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Dost, Bir Kelam, Bir Şiir

     Sevgili Hikmet Bey, öyle uzun zaman oldu ki sesinizi duymayıp kelamlarınızla hemhal olmayalı... Hayatımın en çıkmaza girdiği, en çözümsüz kaldığım ve en bîçare hissettiğim döneminde elinizi eteğinizi çektiniz benden. Eskiden ben de ne çok şey anlatırdım. Ekseriyetle sükuta gömülürdünüz lakin derin bir duyuşla dinlerdiniz. Etrafımdan herkesin çekildiği, çevremin ıssızlaştığı dönemlerde dahi köşenizde oturur öylece seyrederdiniz hayatımın akışını. Ne düşünürdünüz, bilmem. Lakin çok içli bakardınız. Yalan yok, bazen ben bile kendime üzülürdüm sizin mahzun bakışlarınızdan ötürü. Tabi bana mı üzülürdünüz yoksa bir kere olduğunu fark etmeyip öylece harcadığım hayatıma mı, karar veremiyorum. Bu ikileme de son zamanlarda düştüğümü belirtmeliyim.    Dönüp baktığımda sanki bende çok varmış da etrafa dağıtmam gerekiyormuş gibi fütursuzca harcamışım duygularımı. Çok sevmiş, çok tevazu göstermişim. Her şeyi alttan almış, beni parçalayan şeyleri sanki canımı teğet geçm...

İmkanlar İçinde İmkansızlıklar Listesi

     Hayatı bir yabancı gibi yaşamak nasıl bir şey bilir misin Hikmet Bey? Ben çok iyi bilirim. Hep uzaktan izlersin. Dışlanmış küçük bir çocuk gibi mutsuz hissedersin. Hayat akar, insanlar hayatını yaşar ama sen hep buruk ve eksik kalırsın. İşin kötü tarafıysa küçük çocuk gibi kenara çekilip hayatın akışına izin veremezsin. Daha doğrusu hayat senin yakanı bırakmaz. Muhakkak devam etmen gerekir. Ne kadar kötü hissedersen hisset sana yol vermez. İki dakika nefeslenmene katlanamaz.    Sen hayatı bir perdenin ardından izlerken aynı hayat seni yaşamaya zorlar. Sırf bu yüzden diğer insanlar içinde ruhsuz bir bedende nefes almaya devam edersin. Yersin, içersin, sohbet eder hatta gülersin. Hepsinin içinde en çok gülmek acıtır. Canın böylesine yanarken gülmek çok zor gelir çünkü. Acına, yaşanmışlıklarına, en çok da yaşanması mümkünken yaşanmamışlıklarına hakaret sayarsın gülmeyi. Ama imtihan da budur ya: Seni en çok zorlayan anda dirayetli kalabilmek.    B...

İki Kelimelik Mektup

    Tanrım... diye başlamıştı bir mektup.    Uzun susuşlar ve sessiz ağlayışlar sonunda edilen tek kelam 'Amin.' olmuştu ki bu mektubun ikinci ve son cümlesiydi.    Kısalığına rağmen dünyanın en uzun cümleleri kurulmuştu bu iki kelam arasında. Bir insanın susarak ne çok şey anlatacağına dair kanıt niteliğindeydi. Belki yakarış, belki iç dökme, belki de şikayet mektubuydu. Gerçi yeryüzünde, insanı bunlar dışında hangi mesele büyük bir suskunluğa hapsedebilirdi ki? Zira için için yanmayan hiçbir varlık susmanın, susarak konuşmanın, sessiz haykırışlarla yalvarmanın yükünü omuzlayamazdı. Ancak derinden yanan bir yürek bu yükün karşısında dağ gibi durup içinde attığı bedeni böylesi bir ateşte yürütebilirdi.    Ateşlerde kavrulmamış bir fani 'Tanrım' diye yakaramazdı. Zaten cennetten kovulmamış hiçbir faninin yolu da tanrısına düşmezdi. Yolu bazen sağa bazen sola kıvrılırdı. Lakin yolun ne tozu üstüne sinerdi ne rüzgarı tenini incitirdi. Teni incinenle...