Bir elim titrek kalbimde, bir elim fotoğrafındayken düşünüyorum tüm bunları. Sana dair bir mektup nasıl yazılır bilmezken son mektubumu yazmaya yelteniyorum. Ne büyük tezat değil mi? Bizim gibi.
Lakin biliyorum; tozlu bir kâğıt arasında dahi buluşamayacak gözlerimiz. Şu hissiz kağıdı tuttuğum ürkek ve soğuk ellerim, hissini bir kâğıt parçasında bırakacak. İkimiz farklı alemlerde debelenirken bu kâğıt parçası, basit bir sehpa üstünde hiç olup gidecek.
Aslında çokça üzülüyorum. Zira ikimizin başrol olduğu bir hikâye yazsaydım böyle hissiz bir son tahayyül etmezdim. Daha fazlasını hak ederdik. Örneğin; ben, sana böyle sessizlik atfetmezdim. Dünyadaki sözcük kuyusu tükenip kimseye tek kelime söz etme hakkı kalmayana kadar konuşmanı dilerdim. Anlatacak çok şeyin olurdu. Öyle ki okuyucu dahi yorulurdu onca kelamı okumaktan. Ben yorulmazdım.
Sana ‘hiç’ kadar ağır bir gömlek giydirmezdim. Varlığının bilindiği bir alemde, yokluğunla terbiye etmezdim kelamlarımı. Uzun uzadıya senden ve benliğinden bahsederdim. Öyle ki okuyucu bile sıkılırdı varlığından. Ben sıkılmazdım.
Benim yazdığım hikayede kimsenin kalbi kırılmazdı böyle fütürsuzca. Kelimelerin canı olduğunu, iyisinin ruhu okşadığını ve kötüsünün kalbi tek hamlede öldürdüğünü kazırdım her sayfanın arasına. Öyle ki okuyucu bilirdi bunu. Biz bilirdik.
Ama ne ben bir yazarım ne bu bir hikâye. Aslına bakarsan sen de yoksun. Olmayana dil dökene meczup derler. Olsun, desinler. Bin mahlasımız var, birinde de bize Mecnûn desinler.
Bizi bir hikâyenin içinde mutlu sona denk düşürmeyen hayat, senin yolunu da tozlu iki satıra düşürmez. O yüzden şu vakitten sonra ne derlerse desinler.
Yorumlar
Yorum Gönder