Ana içeriğe atla

İmkanlar İçinde İmkansızlıklar Listesi

 

   Hayatı bir yabancı gibi yaşamak nasıl bir şey bilir misin Hikmet Bey? Ben çok iyi bilirim. Hep uzaktan izlersin. Dışlanmış küçük bir çocuk gibi mutsuz hissedersin. Hayat akar, insanlar hayatını yaşar ama sen hep buruk ve eksik kalırsın. İşin kötü tarafıysa küçük çocuk gibi kenara çekilip hayatın akışına izin veremezsin. Daha doğrusu hayat senin yakanı bırakmaz. Muhakkak devam etmen gerekir. Ne kadar kötü hissedersen hisset sana yol vermez. İki dakika nefeslenmene katlanamaz.

   Sen hayatı bir perdenin ardından izlerken aynı hayat seni yaşamaya zorlar. Sırf bu yüzden diğer insanlar içinde ruhsuz bir bedende nefes almaya devam edersin. Yersin, içersin, sohbet eder hatta gülersin. Hepsinin içinde en çok gülmek acıtır. Canın böylesine yanarken gülmek çok zor gelir çünkü. Acına, yaşanmışlıklarına, en çok da yaşanması mümkünken yaşanmamışlıklarına hakaret sayarsın gülmeyi. Ama imtihan da budur ya: Seni en çok zorlayan anda dirayetli kalabilmek.

   Biliyor musun Hikmet Bey, ben dirayetli kalmak istemiyorum. Canım ölesiye yandığında sadece durmak istiyorum. Buğulu bir camdan hayatı izlemek can sıksa da heves kırsa da orada; o perdenin, o camın ardında kalmak istiyorum. Kimseyi görmek, duymak, hissetmek istemiyorum. Ben sadece o anki acımı en derinimde hissedebilmeyi hatta avaz avaz bağırıp onunla yüzleşmeyi arzuluyorum.

   Her seferinde olmuyor.

   Bu konuda insanlar çok heves kırıcı Hikmet Bey. Senden üstün bir sabırla onların hayatına katılıp etrafa beklenmedik bir şekilde neşe katmanı istiyorlar. Oysa ben acımla varım ve bununla da kabullenilmek istiyorum. Hatta bazen kahkahamızın en ortak noktasına gözyaşlarımız düşsün, onlarla da bir olalım istiyorum. Fakat ne yazık ki insanlar acıyı mutluluk kadar kabullenmiyorlar. Benimseyip yaşamak istemiyorlar. Mutluluk ve huzuru birbirine çokça karıştırıp huzuru hep gülmekle bağdaştırıyorlar. Oysa huzur içinde bir tutam da hüzün barındırır. O bir tutamın içindeyse bolca nefessiz kalış, yakarış ve gözyaşı vardır.

   Bilmiyorlar.

   Ne acı!

   Oysa ben acıyı da paylaşmak isterdim. Bir masa dolusu insanla saatlerce güldüğümüz gibi oturup hayatın akışını sakince izlemeyi isterdim. Biliyorum Hikmet Bey, biliyorum. Ben çok şey istiyorum. Lakin ne yapabilirim?

   Ben ki, insanlar tarafından hayata küstürülüp yine insanlara sığınan aciz bir serçe değil miyim?

Yorumlar

  1. “Nedendir peki hayatın her gürültüsünü, sürekli aynı “Serçe” nin kahvesinden izlemek. Diğer avucunun gizinde Anka Kuşunu barındıran, … “Karnı Kınalı Serçe” var iken …”

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok güzel bir bakış açısı. Lakin karnı kınalı serçe olmak herkesin harcı değil ne yazık ki.

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Dost, Bir Kelam, Bir Şiir

     Sevgili Hikmet Bey, öyle uzun zaman oldu ki sesinizi duymayıp kelamlarınızla hemhal olmayalı... Hayatımın en çıkmaza girdiği, en çözümsüz kaldığım ve en bîçare hissettiğim döneminde elinizi eteğinizi çektiniz benden. Eskiden ben de ne çok şey anlatırdım. Ekseriyetle sükuta gömülürdünüz lakin derin bir duyuşla dinlerdiniz. Etrafımdan herkesin çekildiği, çevremin ıssızlaştığı dönemlerde dahi köşenizde oturur öylece seyrederdiniz hayatımın akışını. Ne düşünürdünüz, bilmem. Lakin çok içli bakardınız. Yalan yok, bazen ben bile kendime üzülürdüm sizin mahzun bakışlarınızdan ötürü. Tabi bana mı üzülürdünüz yoksa bir kere olduğunu fark etmeyip öylece harcadığım hayatıma mı, karar veremiyorum. Bu ikileme de son zamanlarda düştüğümü belirtmeliyim.    Dönüp baktığımda sanki bende çok varmış da etrafa dağıtmam gerekiyormuş gibi fütursuzca harcamışım duygularımı. Çok sevmiş, çok tevazu göstermişim. Her şeyi alttan almış, beni parçalayan şeyleri sanki canımı teğet geçm...

İki Kelimelik Mektup

    Tanrım... diye başlamıştı bir mektup.    Uzun susuşlar ve sessiz ağlayışlar sonunda edilen tek kelam 'Amin.' olmuştu ki bu mektubun ikinci ve son cümlesiydi.    Kısalığına rağmen dünyanın en uzun cümleleri kurulmuştu bu iki kelam arasında. Bir insanın susarak ne çok şey anlatacağına dair kanıt niteliğindeydi. Belki yakarış, belki iç dökme, belki de şikayet mektubuydu. Gerçi yeryüzünde, insanı bunlar dışında hangi mesele büyük bir suskunluğa hapsedebilirdi ki? Zira için için yanmayan hiçbir varlık susmanın, susarak konuşmanın, sessiz haykırışlarla yalvarmanın yükünü omuzlayamazdı. Ancak derinden yanan bir yürek bu yükün karşısında dağ gibi durup içinde attığı bedeni böylesi bir ateşte yürütebilirdi.    Ateşlerde kavrulmamış bir fani 'Tanrım' diye yakaramazdı. Zaten cennetten kovulmamış hiçbir faninin yolu da tanrısına düşmezdi. Yolu bazen sağa bazen sola kıvrılırdı. Lakin yolun ne tozu üstüne sinerdi ne rüzgarı tenini incitirdi. Teni incinenle...