Ana içeriğe atla

Akışı Bozan Cümle

 

   “Senin bu yaşadığına insanlar hayat demiyor Asude.”

 Gecemi gündüzümden ayıran ve varoluşumdaki sürükleniş serüvenim için bana ilk yamuk adımı attıran cümle buydu. Bu kadar kısa ve bu kadar da netti. Kalemin kılıçtan böylesine keskin olacağını tahayyül bile edemezdim. Tek nefeste söylenmiş bu cümle, nefesimi kesmeye hatta benim gibi umursamazın keyfini bozup yerinden kaldırmaya yetecek kadar acıydı.

   İlk zamanlar çok sinirliydim böylesi bir cümleye. Kim, ne hakla beni rahatsız ederdi? Bunca yıllık keyfimi bozan bir cümleye karşı gelememiştim. Tek yapabildiğim bu cümlenin bende oluşturduğu baskıya mahallenin delisiyle söylenmek olmuştu. Lakin hak verirsiniz ki basit bir söylenme, koskoca keyif krallığının yıkılmasının beraberinde getirdiği öfkeyi dindiremezdi.

   O zamanlar henüz fark edemediğim çok önemli bir ayrıntı vardı. Esasında o zamanlar fark etmeyi akıl bile edemediğim binlerce ‘şey’ vardı.

    Beni ben yapan ‘şeyler’ silsilesi.

   Fakat önce ‘kalktıktan sonra yatağını toplamak’ kadar temel bir mevzuyu halletmem gerekiyordu. ‘Sorunu kabul et.’ Bu bilinen bir kuraldır. Değilse de kural olması şarttır. Zira sorun kabul edilmeden geriye kalan ‘sorular’ nasıl cevaplanabilir?

   Neyse ki sorunun temelinin bir bütün olarak ‘şahsım’ olduğunu kabul etmem çok zaman almadı. Belki birkaç yıl. Ama kesinlikle uzun değil.

   Bütün öfkem ve bastırılmış çığlıklarım kendime yönelikti. İç dünyamda kurduğum mahkemede, bütün parmaklar beni gösteriyordu. Evet, benim bile. Yaşanmışlıkları, yaşanmış dersler olarak bırakmayıp benimle beraber zaman yolculuğuna çıkardığım için öfkeliydim. Uzaklardan -epey uzaklardan- davetli misafir olarak peşimden getirdiğim şiddet içerikli konuklarıma öfkeliydim. Bunların haksız bir şekilde -hala- hayatımı mahvetmelerine izin verdiğim için öfkeliydim.

    Patlamaya hazır volkanik bir dağ gibi gezmek zordu. Geceleri uyuyamaz, gündüzleri de uyanamaz olmuştum. Yolda gördüğünüz içi boş çuvaldan daha boş olduğuna emin olduğum insanların hakkımdaki sözleriyse beni delirtmeye ve günlerce -zaten çıkmadığım- yatağımdan çıkmamaya itiyordu.

   Gece, gündüz demeden düşündüğüm tek soru vardı: “Hayatta herkes bir cümlede kendine uygun yeri buluyor ve eksik yapboz parçası gibi tek seferde oraya oturuyor. Peki neden ben her cümlenin içindeki zincirleme kaza tamlamasıyım?”

   Yatağı topladıktan sonraki yapılacak tüm aktiviteleri de yapmıştım. Bu da -yine herkesin bildiği gibi- sorunu çözme aşamasıydı. Son aşamam ise günün en sevilen kısmı yani uykuydu.

   Yıllar geçti ve hayatımın en sevilen kısmına geldiğime emindim. Mesela artık açan çiçeklerin ve diğer tüm olayların bir anlamı vardı benim için. Anlama dahi gerek yok. Renk vardı. Siyah ve griden başka renklerin varlığına şahitlik etmiştim.

   Fakat kabul edelim ki hayat kısaydı ve mutlu günler yalnızca evvel zamanlarda geçen masallarda sonsuza dek sürerdi.

   Asla düşmek istemeyeceğim o paradoksa yeniden çekilmiştim. Galiba evrensel bir şaka bu, diye düşünmek istiyordum. Temelde öyleydi de. Sadece evrenin şaka şekli bizim bildiklerimizden biraz farklıydı.

   Yine bir masaldan kaçmış karakter gibi ‘Onlar ermiş muradına…’ şeklinde tatlı bir son yazmayı dünya barışını istediğimden daha çok isterdim. Gelin görün ki ikisi de birbirinden imkânsız istekler. Dünya barışı belki başka zaman tartışılır. Lakin ‘Sen istedikten sonra evren sana istediğini verir.’ tadında klişe bir gelişim hayatım olmayacak.

   Ancak küçük bir ayrıntı var. ‘Yaşamam’ için bir masala da klişe cümlelere de ihtiyacım yok. Sadece herkes gibi 24 saate ihtiyacım var.

   Sabah tatsız bir hisle uyanacağım. Sorunlarım ve ben yürüyüşe çıkacağız. Bol tartışmalı bir günün ardından yorgun düşüp kendimi düşlerin kucağına atacağım. Ki bu, her şeyin sonunda en keyif verici zaman aralığı olacak benim için.

   Günün en tatlı anından sonra o ‘gün’ artık dün olacak. Zaman sıfırlanacak ve hayat yarışım yeniden başlayacak. Farklı günler yaşasam da esasında hepsi bana ait ve özel sayılacak.

   Evet, hala öfkeliyim. Beni zaman zaman küçük zavallı bir çocuk gibi hissettirenlere, beni bunca zaman anlamayanlara, düştüğümde beni siyah torbaya sarıp denizin ortasına bırakanlara ve diğer tüm boş çuvallara…

   Tüm bunlar arasında günümü yaşamaya ve yaşarken sürükleniş serüvenimin hızını kesmeyecek insanlarla karşılaşmaya çalışıyorum.

   Aslında bakarsanız bunlardan en önemli olanı ise zincirleme kaza tamlaması olmayı bıraktım.

   Artık hayat benim için binlerce cümleden oluşan kocaman bir paragraf ve ben paragraf akışını bozan cümleyim.

   İnsanların yaşadığımız hayata ne dediği konusuna gelecek olursak da:

   ‘Ne yapayım, benim tabiatım böyle.’

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Dost, Bir Kelam, Bir Şiir

     Sevgili Hikmet Bey, öyle uzun zaman oldu ki sesinizi duymayıp kelamlarınızla hemhal olmayalı... Hayatımın en çıkmaza girdiği, en çözümsüz kaldığım ve en bîçare hissettiğim döneminde elinizi eteğinizi çektiniz benden. Eskiden ben de ne çok şey anlatırdım. Ekseriyetle sükuta gömülürdünüz lakin derin bir duyuşla dinlerdiniz. Etrafımdan herkesin çekildiği, çevremin ıssızlaştığı dönemlerde dahi köşenizde oturur öylece seyrederdiniz hayatımın akışını. Ne düşünürdünüz, bilmem. Lakin çok içli bakardınız. Yalan yok, bazen ben bile kendime üzülürdüm sizin mahzun bakışlarınızdan ötürü. Tabi bana mı üzülürdünüz yoksa bir kere olduğunu fark etmeyip öylece harcadığım hayatıma mı, karar veremiyorum. Bu ikileme de son zamanlarda düştüğümü belirtmeliyim.    Dönüp baktığımda sanki bende çok varmış da etrafa dağıtmam gerekiyormuş gibi fütursuzca harcamışım duygularımı. Çok sevmiş, çok tevazu göstermişim. Her şeyi alttan almış, beni parçalayan şeyleri sanki canımı teğet geçm...

İmkanlar İçinde İmkansızlıklar Listesi

     Hayatı bir yabancı gibi yaşamak nasıl bir şey bilir misin Hikmet Bey? Ben çok iyi bilirim. Hep uzaktan izlersin. Dışlanmış küçük bir çocuk gibi mutsuz hissedersin. Hayat akar, insanlar hayatını yaşar ama sen hep buruk ve eksik kalırsın. İşin kötü tarafıysa küçük çocuk gibi kenara çekilip hayatın akışına izin veremezsin. Daha doğrusu hayat senin yakanı bırakmaz. Muhakkak devam etmen gerekir. Ne kadar kötü hissedersen hisset sana yol vermez. İki dakika nefeslenmene katlanamaz.    Sen hayatı bir perdenin ardından izlerken aynı hayat seni yaşamaya zorlar. Sırf bu yüzden diğer insanlar içinde ruhsuz bir bedende nefes almaya devam edersin. Yersin, içersin, sohbet eder hatta gülersin. Hepsinin içinde en çok gülmek acıtır. Canın böylesine yanarken gülmek çok zor gelir çünkü. Acına, yaşanmışlıklarına, en çok da yaşanması mümkünken yaşanmamışlıklarına hakaret sayarsın gülmeyi. Ama imtihan da budur ya: Seni en çok zorlayan anda dirayetli kalabilmek.    B...

İki Kelimelik Mektup

    Tanrım... diye başlamıştı bir mektup.    Uzun susuşlar ve sessiz ağlayışlar sonunda edilen tek kelam 'Amin.' olmuştu ki bu mektubun ikinci ve son cümlesiydi.    Kısalığına rağmen dünyanın en uzun cümleleri kurulmuştu bu iki kelam arasında. Bir insanın susarak ne çok şey anlatacağına dair kanıt niteliğindeydi. Belki yakarış, belki iç dökme, belki de şikayet mektubuydu. Gerçi yeryüzünde, insanı bunlar dışında hangi mesele büyük bir suskunluğa hapsedebilirdi ki? Zira için için yanmayan hiçbir varlık susmanın, susarak konuşmanın, sessiz haykırışlarla yalvarmanın yükünü omuzlayamazdı. Ancak derinden yanan bir yürek bu yükün karşısında dağ gibi durup içinde attığı bedeni böylesi bir ateşte yürütebilirdi.    Ateşlerde kavrulmamış bir fani 'Tanrım' diye yakaramazdı. Zaten cennetten kovulmamış hiçbir faninin yolu da tanrısına düşmezdi. Yolu bazen sağa bazen sola kıvrılırdı. Lakin yolun ne tozu üstüne sinerdi ne rüzgarı tenini incitirdi. Teni incinenle...