Ana içeriğe atla

Varoluş Manifestosu

    Bir dik duruş kaç gözyaşı, kaç uykusuz gece eder?

   Senden bana miras kalan şeyin bu olması ne üzücü. Oysa ben hiç böyle hayal etmemiştim. Büyüyüp gerçek bir yetişkin olduğum zamanları düşlediğimde böylesi prangalarla kesilmemişti yolum. Aydınlık ve çiçekliydi düşümde. Niçin bu yolların böyle acımasız ve dikenli olduğunu söylemedin? Niçin bunca karanlık yolu yürüttün bana?

   Bana yürüttüğün bu zifiri yolun sonu hep aynı acılı sokağa çıktı. Düştüğümde tutunacak tek dalım bile yoktu. O zalim yokuşlarını, telden örülmüş duvarlarını, ruhsuz kaldırımlarını hep yalnız başıma yürüdüm. Tam oluyor, bir aydınlık gözüküyor dediğimde hep ‘dahası’ yüklendi omuzlarıma. Karanlığıma karanlık katanlar farklı isimlerdi ama daima senin suretinle gittiler benden. Hepsinin gidişinde senin siluetin vardı. O yüzden her biri yeni yara açtığını sanarken esasında eskisine fazladan dem katıyorlardı. Bilmiyorlardı.

   Aslında bakarsan bilemezlerdi de. Kim, nereden bilecekti ki böylesine yetişkin birinin içinde; büyüyememiş -aslında büyümemek için inat etmiş- üzgün, kırgın ve daha fazla kırılmaya çok müsait bir kız çocuğu var.

   İşin kötü tarafı ne biliyor musun? Sen de bilmiyorsun. Beş yaşındaki kız çocuğunun oralarda bir yerlerde saklandığını göremiyorsun. Gerçi sen, o beş yaşındaki kızı beş yaşındayken de göremiyordun. Görsen de anlayamıyordun. Benimkisi boş beklentiydi.

   Büyüdükçe o boş beklenti geçer, o kız çocuğu büyür, o yol başkalaşır, yol ayrımları beni başka hikayelere çıkarır diyordum.

   O beklenti geçmedi. Kız çocuğu büyümedi. Yol başkalaşmadı. Yol ayrımları ise sadece aldatmacadan ibaretti.

   Kaç yorgun ve üzgün gece geçirdim bilmiyorum. Kaç kez düştüm, kaç kez kalktım, kaç kez yenildim ve kaç kez yenemedim… Bilmiyorum. Tek bildiğim hepsinde tek oluşumdu. Gözyaşımı hep kendim silmek zorunda kaldım. Hep kendime yaslandım. Kendi kendimin ilacı oldum. Kendimden ‘başkası’ diye bir tabir yoktu benim için. Bir kendim vardı, bir de kendimin derdi…

   Bana bıraktığın bu miras yüzünden çok canım yandı. Hayatımdaki her bir insana canımı yakma yetkisi verdim. Emin ol, birçoğu da bunu kullandı. Kalp diye koydukları şu illeti yerinden sökmek istedim. Zira senelerce onun acısından, sızısından uyuyamadım. Uyanamadım. Ben kalp diye yücelttiğiniz ‘şey’ yüzünden yaşayamadım.

   Çok çabaladım ‘insanlara’ ve ‘hayata’ karşı ümitvâr kalabilmek için. Karanlığımı daima onlardan gizledim. Belki yürüdükleri yol zordur dedim, daha da zor kılmamak için ışık olmak istedim. Zorluklarla elde edip onlara sunduğum ışığı söndürüp hepsini karaya çalıp bir ‘acaba’ demeden yollarına devam ettiler.

   Yaşım yirmi ikiyken ve gece henüz on ikiyi geçmemişken verdim hayatımın en önemli kararını: Büyümemek için inat eden ve bunu senelerce başaran kız çocuğu artık büyümeli, o salıncaktan inmeli ve zorla içine sürüklendiği yolun karanlığına gömülmeliydi.

   Çok özür dileyerek son kez sormak isterim küçük:

   Bir dik duruş kaç gözyaşı, kaç uykusuz gece eder?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Dost, Bir Kelam, Bir Şiir

     Sevgili Hikmet Bey, öyle uzun zaman oldu ki sesinizi duymayıp kelamlarınızla hemhal olmayalı... Hayatımın en çıkmaza girdiği, en çözümsüz kaldığım ve en bîçare hissettiğim döneminde elinizi eteğinizi çektiniz benden. Eskiden ben de ne çok şey anlatırdım. Ekseriyetle sükuta gömülürdünüz lakin derin bir duyuşla dinlerdiniz. Etrafımdan herkesin çekildiği, çevremin ıssızlaştığı dönemlerde dahi köşenizde oturur öylece seyrederdiniz hayatımın akışını. Ne düşünürdünüz, bilmem. Lakin çok içli bakardınız. Yalan yok, bazen ben bile kendime üzülürdüm sizin mahzun bakışlarınızdan ötürü. Tabi bana mı üzülürdünüz yoksa bir kere olduğunu fark etmeyip öylece harcadığım hayatıma mı, karar veremiyorum. Bu ikileme de son zamanlarda düştüğümü belirtmeliyim.    Dönüp baktığımda sanki bende çok varmış da etrafa dağıtmam gerekiyormuş gibi fütursuzca harcamışım duygularımı. Çok sevmiş, çok tevazu göstermişim. Her şeyi alttan almış, beni parçalayan şeyleri sanki canımı teğet geçm...

İmkanlar İçinde İmkansızlıklar Listesi

     Hayatı bir yabancı gibi yaşamak nasıl bir şey bilir misin Hikmet Bey? Ben çok iyi bilirim. Hep uzaktan izlersin. Dışlanmış küçük bir çocuk gibi mutsuz hissedersin. Hayat akar, insanlar hayatını yaşar ama sen hep buruk ve eksik kalırsın. İşin kötü tarafıysa küçük çocuk gibi kenara çekilip hayatın akışına izin veremezsin. Daha doğrusu hayat senin yakanı bırakmaz. Muhakkak devam etmen gerekir. Ne kadar kötü hissedersen hisset sana yol vermez. İki dakika nefeslenmene katlanamaz.    Sen hayatı bir perdenin ardından izlerken aynı hayat seni yaşamaya zorlar. Sırf bu yüzden diğer insanlar içinde ruhsuz bir bedende nefes almaya devam edersin. Yersin, içersin, sohbet eder hatta gülersin. Hepsinin içinde en çok gülmek acıtır. Canın böylesine yanarken gülmek çok zor gelir çünkü. Acına, yaşanmışlıklarına, en çok da yaşanması mümkünken yaşanmamışlıklarına hakaret sayarsın gülmeyi. Ama imtihan da budur ya: Seni en çok zorlayan anda dirayetli kalabilmek.    B...

İki Kelimelik Mektup

    Tanrım... diye başlamıştı bir mektup.    Uzun susuşlar ve sessiz ağlayışlar sonunda edilen tek kelam 'Amin.' olmuştu ki bu mektubun ikinci ve son cümlesiydi.    Kısalığına rağmen dünyanın en uzun cümleleri kurulmuştu bu iki kelam arasında. Bir insanın susarak ne çok şey anlatacağına dair kanıt niteliğindeydi. Belki yakarış, belki iç dökme, belki de şikayet mektubuydu. Gerçi yeryüzünde, insanı bunlar dışında hangi mesele büyük bir suskunluğa hapsedebilirdi ki? Zira için için yanmayan hiçbir varlık susmanın, susarak konuşmanın, sessiz haykırışlarla yalvarmanın yükünü omuzlayamazdı. Ancak derinden yanan bir yürek bu yükün karşısında dağ gibi durup içinde attığı bedeni böylesi bir ateşte yürütebilirdi.    Ateşlerde kavrulmamış bir fani 'Tanrım' diye yakaramazdı. Zaten cennetten kovulmamış hiçbir faninin yolu da tanrısına düşmezdi. Yolu bazen sağa bazen sola kıvrılırdı. Lakin yolun ne tozu üstüne sinerdi ne rüzgarı tenini incitirdi. Teni incinenle...