Ana içeriğe atla

'Normal'in Kutsallığı

 

   Günlerden cuma ve ben yine bitap haldeyim. Oysa insanlar bugünü çok severler. Hafta sonuna, özgürlüğün diğer adına, kavuşmanın ilk adımı. Fakat bu, günleri ‘normal’ şekilde yaşayanlar için geçerli olan bir tanım.

   Ben ise zamanın ötesinde, bambaşka bir pencereden yaşıyorum hayatı.

   Sabah kalkıyorum. Kahvemi alıp bilgisayarımın başına geçiyorum ve günlük işlerimi hallediyorum. Bazı sorunlar var. Her zamanki gibi. Önce onları halletmeliyim. Ama yine de huzurluyum. Birkaç işin üstesinden geldikten sonra kahvaltı için mutfağa yöneliyorum. Güzel bir şarkı ve enfes bir kahvaltının halledemeyeceği sorun yok gibi duruyor. Hele ki hava böyle güzelken. Tüm bu meşgalelerin ardından bir yürüyüş, sahilde kitap molası ve kendine tatlı ısmarlama aşamalarını da hallediyorum. Tam eve geçiyorum ki…

   Yine aynı rüya.

   İnsanların ‘normali’ olan hayatı sadece düşlerimde görebiliyorum. ‘Normal’ bir gün yaşamayalı epey oluyor. Nasıl olduğunu sadece rüyalarda görebiliyorum. İnsan ‘normalliğe’ nasıl bu kadar özlem duyabilir Hikmet Bey? Nasıl bir tükenmişlik insanı basit bir kahvaltıya hasret bırakabilir?

   Uğruna süründüğüm bu hayat beni ‘basit’ bir kahvaltıya hasret bıraktı Hikmet Bey.

   Her günüm diğerinin tekrarı. Yanlışlıkla tüm günlerimi, haftalarımı hatta aylarımı birbirine kopyalamışım. Nasıl oldu, ne zaman oldu ben de bilmiyorum.

   Uzun zamandır hiçbir sabahıma huzurla uyanmadım. Rol dedikleri şeyi çok temiz bir şekilde icra ettim sadece. Öyle ki kimse anlamadı bir sorun olduğunu. Bazı zamanlarda tutamadım içimdeki öfkeyi ve huzursuzluğu. Ama olsun. Normal insanlarda bile vardır bu kadarı.

   Sahi. Hiç normal insanlar gibi olmak için üstün bir güçle rol yaptığın oldu mu Hikmet Bey? Aman canım, normal dediğimi de anla işte. Her saniyesini zibilyon tane düşünceyle geçirmeyen, içindeki ölü ruhun yaydığı negatifliği minimuma indirip insan içine karışmaya çalışmayan, attığı her adımı, ettiği her kelamı hesaplamayan insanlardan bahsediyorum.

   Ben söyleyeyim, sen yorulma: Çok zor. Kafanda hep bir ağızdan konuşan onlarca sesi sakinleştirmeye çalışırken aynı anda insanlarla aktif biçimde etkileşim içinde olmak ve bir sorun yok gibi davranmaya çalışmaktan bahsediyorum. Hepsi insanı on yıl yaşlandıran işler. Kim bilir kaç yaşındayım.

   Ama yine de bu kadar yorulmaya rağmen ‘normal’ bir hayat yaşamak için her şeyimi verirdim. Elimdeki her şeyi alsınlar ama huzurumu geri versinler isterdim. Çok bir şey değil be Hikmet Bey. Yalnızca yaşamak isterdim. Gerçekten yaşamak. Dertsiz tasasız bir hayatta da gözüm yoktu. O derdi yoluma yoldaş eder yine yaşardım. Ama yaşardım.

   Hep diyorum ya Hikmet Bey; yaşayan bir ölü olmak ve ölümü kucağında taşımak çok zahmetli iş diye. Sen, sen ol Hikmet Bey, ölümle yaşam çizgisini sıkı sıkıya koru. Gerçekliğini kaybettikten sonra geri dönüşün olmuyor. Sonra bu hayat, bir zamanlar ‘basit’ diye hafife aldığın o yaşantıya hasret bırakıyor.  

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Dost, Bir Kelam, Bir Şiir

     Sevgili Hikmet Bey, öyle uzun zaman oldu ki sesinizi duymayıp kelamlarınızla hemhal olmayalı... Hayatımın en çıkmaza girdiği, en çözümsüz kaldığım ve en bîçare hissettiğim döneminde elinizi eteğinizi çektiniz benden. Eskiden ben de ne çok şey anlatırdım. Ekseriyetle sükuta gömülürdünüz lakin derin bir duyuşla dinlerdiniz. Etrafımdan herkesin çekildiği, çevremin ıssızlaştığı dönemlerde dahi köşenizde oturur öylece seyrederdiniz hayatımın akışını. Ne düşünürdünüz, bilmem. Lakin çok içli bakardınız. Yalan yok, bazen ben bile kendime üzülürdüm sizin mahzun bakışlarınızdan ötürü. Tabi bana mı üzülürdünüz yoksa bir kere olduğunu fark etmeyip öylece harcadığım hayatıma mı, karar veremiyorum. Bu ikileme de son zamanlarda düştüğümü belirtmeliyim.    Dönüp baktığımda sanki bende çok varmış da etrafa dağıtmam gerekiyormuş gibi fütursuzca harcamışım duygularımı. Çok sevmiş, çok tevazu göstermişim. Her şeyi alttan almış, beni parçalayan şeyleri sanki canımı teğet geçm...

İmkanlar İçinde İmkansızlıklar Listesi

     Hayatı bir yabancı gibi yaşamak nasıl bir şey bilir misin Hikmet Bey? Ben çok iyi bilirim. Hep uzaktan izlersin. Dışlanmış küçük bir çocuk gibi mutsuz hissedersin. Hayat akar, insanlar hayatını yaşar ama sen hep buruk ve eksik kalırsın. İşin kötü tarafıysa küçük çocuk gibi kenara çekilip hayatın akışına izin veremezsin. Daha doğrusu hayat senin yakanı bırakmaz. Muhakkak devam etmen gerekir. Ne kadar kötü hissedersen hisset sana yol vermez. İki dakika nefeslenmene katlanamaz.    Sen hayatı bir perdenin ardından izlerken aynı hayat seni yaşamaya zorlar. Sırf bu yüzden diğer insanlar içinde ruhsuz bir bedende nefes almaya devam edersin. Yersin, içersin, sohbet eder hatta gülersin. Hepsinin içinde en çok gülmek acıtır. Canın böylesine yanarken gülmek çok zor gelir çünkü. Acına, yaşanmışlıklarına, en çok da yaşanması mümkünken yaşanmamışlıklarına hakaret sayarsın gülmeyi. Ama imtihan da budur ya: Seni en çok zorlayan anda dirayetli kalabilmek.    B...

İki Kelimelik Mektup

    Tanrım... diye başlamıştı bir mektup.    Uzun susuşlar ve sessiz ağlayışlar sonunda edilen tek kelam 'Amin.' olmuştu ki bu mektubun ikinci ve son cümlesiydi.    Kısalığına rağmen dünyanın en uzun cümleleri kurulmuştu bu iki kelam arasında. Bir insanın susarak ne çok şey anlatacağına dair kanıt niteliğindeydi. Belki yakarış, belki iç dökme, belki de şikayet mektubuydu. Gerçi yeryüzünde, insanı bunlar dışında hangi mesele büyük bir suskunluğa hapsedebilirdi ki? Zira için için yanmayan hiçbir varlık susmanın, susarak konuşmanın, sessiz haykırışlarla yalvarmanın yükünü omuzlayamazdı. Ancak derinden yanan bir yürek bu yükün karşısında dağ gibi durup içinde attığı bedeni böylesi bir ateşte yürütebilirdi.    Ateşlerde kavrulmamış bir fani 'Tanrım' diye yakaramazdı. Zaten cennetten kovulmamış hiçbir faninin yolu da tanrısına düşmezdi. Yolu bazen sağa bazen sola kıvrılırdı. Lakin yolun ne tozu üstüne sinerdi ne rüzgarı tenini incitirdi. Teni incinenle...