Baharın en güzel dönemlerinde, serin bir akşam vaktinde, Muhsin abi ile dert sofrasına oturmak yeniden nasip olmuştu. Bende soracak soru, sofrada konuşulacak dert, onda da derde derman cümleler ve yüreğe şifa cevaplar vardı.
O büyük bir sakinlik ve ciddiyetle etrafı
izlerken benim bugünlük konum sorulmaya hazır şekilde bekliyordu. Onun kadar
sabırlı olamadığımdan telaşla sordum:
- "- Muhsin
abi, kendine yabancılaşmak nedir bilir misin?"
Pek tabii yine sustu. Düşüncelerini sıraya
koyup en makul olanını aralarından seçmek istermiş gibi bir süre ufka odaklandı
ve orada takılı kaldı. Ardından her soruyu cevaplamadan önceki klasik iç
çekişini de yaptıktan sonra çayından usulca bir yudum aldı. Ardından
gözbebeklerini ufuktan çekip bana odakladı.
- "- Sen
evvela şuna cevap ver. Sen, kendini gerçekten tanıyor musun? Sen, sana sahip
misin?"
Soruma böyle bir cevapla karşılık verip beni
dumura uğratmasını beklemiyordum elbette. Biraz afallamış ve biraz düşünceli
kaldıktan sonra sorusuna yeniden bir soru yönelterek cevap verdim.
- "- İnsanın
kendisini tanımama, benliğini bilmeme şansı var mı ki Muhsin abi? Hem bir insan
kendisine nasıl sahip olabilir ki?"
Yüzünde
silik bir tebessüm gördüm. Çok kısa bir anlığına…
"- Dışarıda
kendini bilmeyen, özünden haberdar olmayanları saysam buna ne gücüm yeter ne de
ömrüm. Şu an etrafta gördüğün insanların çoğu bir şey bilmiyorlar. Her şeyi
bildiklerini sanıyorlar. Bilemiyorum, belki öyledir de. Ama insan kendisini
bilmedikten sonra dünya ağırlığınca kitap hıfzetse neye yarar?"
Aklım epey kurcalanmıştı. Kısa bir
soluklanma anında çayından bir yudum daha aldı.
"- İnsan
kendisine nasıl sahip olur dedin değil mi? İnsan ‘kendisinin’ farkında
olduğunda kendisine sahip de olmuş olur. Sen sormadan ben söyleyeyim. İnsanın
kendisinin farkında olması ne demek? ‘İnsan’ olduğunun farkında olabilmekte
bütün iş aslında. Bir benlik taşıyoruz, evet. Ama nasıl bir benlik, kime ait
olan bir benlik, ne ile donatılmış bir benlik? Hepsi çok basit ama çok mühim ve
karmaşık sorular. Sözde herkes salınır etrafta; ‘Ben benliğimin farkındayım.’
diye. O işler öyle iki cümleyle olmuyor azizim. Hem ayrıca, kendini bilen öyle
ortalıkta iki nefeste harcamaz bu hazineyi. Açıp saçıp göstermez herkese. Adı
üstünde; hazine. Sır gerek, sükût gerek. Biraz saklamak gerek."
Derin bir nefes çekti, ardından harelerinde
bulutlar dalgalandı. Rüzgarlar esti, fırtınalar koptu. Sonra dinginleşti.
Yeniden söze girdi.
"- Senin
sorun bambaşkaydı, ben bambaşka telden girdim değil mi? Merak etme hatırımda.
Lakin bunlar olmadan yabancılaşma olmaz. Olamaz. Bir insan kendisini bilmeden,
bir kitap gibi özünü okumadan, ne istediğini ne istemediğini ayırt etmeden,
hayata dair ‘net’ bir duruşu olmadan tam olamaz. İnsan bunlarla vardır ve
bunlarla insandır. Birini tanımak için sorduğumuz soruların temelinde bile
bunlar vardır. “Neler seversin? Ne tür kitaplar okursun? Ne tür filmler
izlersin? Dünya görüşün nedir?” Bunların hepsi insanın neyi isteyip
istemediğini belirler. Özüne dair ipuçları verir. Çünkü insan yaşadığıyla
anlatır kendini, sarf ettiği nefeslerle değil."
Tamamen kitlenmiştim. Soluksuz biçimde
Muhsin abiyi dinliyor ve gözümü onun sakin ama bir o kadar da telaşlı el
hareketlerinden ayıramıyordum. Tam ben devam etmesini isteyecektim ki bunu
anlamış gibi sözlerine yenilerini eklemek için yeniden bana döndü.
"- İnsan
azizim; tüm bunlar olmadan bir bütün olamayacağı için kendine de
yabancılaşamaz. Yani senin sorunun cevabı yine insanın içinde saklı. İnsanın
kendine yabancılaşması; benliğinden bîhaber yaşarken onun farkındaymışçasına
emin adımlarla yoluna devam etmesidir. Biraz durmalı bazen. Durup düşünülmeli,
sorgulanmalı bu hayatı yaşayış şeklimiz. Zira durmak ileriye götürecekse kötü
değildir."
Cümlelerinin nokta vuruşunu yapmış ve eski
sakin haline geri dönmüştü. Konuşmasının tesiriyle uzun bir süre hiçbir şey
yapamadım. Sadece yanında oturmakla yetinebildim. Düşündüm, düşündüm. Sonucunda
varabildiğim tek sonuç, yine bir soru cümlesine bağlanmıştı.
“Ben, bana sahip miyim?
Yorumlar
Yorum Gönder