Ana içeriğe atla

Anlamsızlığın Derin Anlamı

 Kelimelerin boğuklaştığı, anlamdan uzaklaştığı bir zamanda Muhsin abiyle her zamanki susuş ayinlerimizi gerçekleştiriyorduk. Bu bir tür ibadetti bizim nazarımızda. Belki dıştan susuyorduk ama içten içe çok güzel konuşuyorduk. Zira bir susuş ancak böyle anlam kazanabilirdi. 

   Büyüyü bozacaktı belki ama bir kelime aradım o an. Bir sese, bir soluğa ihtiyacım vardı. Düşüncelerim beni ele geçirmeden o adımı atmalıydım.

   - "Şuncacık zamanda neyi özleyip duruyoruz Muhsin abi? Şairin dediği gibi şu deli gönül, neyi özleyip durur?"

   Hep yaptığı o geleneksel davranışını yineledi: Gözlerini göğe dikti. Uzun uzun baktı maviliklerin pamuklarla dans ettiği o kusursuz piste. Derin bir nefes aldıktan sonra anlatmaya başladı.

   - "Kalp, ruhun karargahıdır. Ruhuna işleyen her duygu orada son şeklini alır. O şekil de senin hislerindir. Bazen kırgınlık, bazen aşk, bazen hüzün, bazen anlamlandıramadığın daha büyük ve farklı hisler. Lakin hepsi özünde birdir. Hepsi sendendir. Farklı şekiller gibi gelse de hepsi özünde 'sen'i resmeder. Bir bütünün parçaları gibi.

    Özlem de bunlardan biri. Belki bir çocuk özlemi, belki bir anne, belki bir baba, belki gelmeyen yâr... O özlemin adını hiçbir zaman koyamazsın. Öylece özlersin. Zannımca insanın cezası tam olarak bu."

   Muhsin abinin gözlerine kara bulutlar çökmeden hemen önce lafa girdim.

   - "Nedir bizim cezamız Muhsin abi?"

   - "Özlemek." dedi. 

   Biraz nefeslenecek kadar duraksadı. Sonra devam etti.

   - "Ölesiye özlemek ancak neyi özlediğini bilememek insansoyuna verilmiş en büyük cezadır. Müdahale edemeyeceğin bir parçadır özlemek. Yürürken, konuşurken, mutluyken, üzgünken... Her an özlersin. Hep bir yanında yanıp durur o ateş. Mutsuzken harekete geçebilirsin. Kırgınken sesini çıkarabilirsin. Ama özlemişken ne desen, ne yazsan, ne söylesen işe yaramaz. İstersen kalk buradan Bağdat'a kadar yol al, yine de onu yerinden gram oynatamazsın. Ona karşı yapabileceğin tek şey kabullenmektir. 'Sen varsın ve evet oradasın.' demektir."

   Doğruydu. Muhsin abi yeniden hislerimin, hislerimizin tercümanlığında çok haklıydı. Onun bu kadar cümlesini içimde tek bir cümle ile özetleyebildim. 'Özlemek ölmekten iki harf fazla.'

   Böyleydi işte. Özlüyorduk. Neyi özlediğimizi bilmeden, o hissi durduramadan, susturamadan yaşıyorduk. Belki farklı isimlerle farklı hayatları yaşıyorduk ama hepimiz o bütünün en mühim parçasını her an göğüs kafesimizin sol yanında taşıyorduk. 

   Her ne kadar özlemimiz başka şeylere olsa da hepimiz o hissin parçasıydık.

   Velhasılıkelam bugünün dersi kafamda uçuşan en büyük anlamsızlığın anlam kazanmasıydı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Dost, Bir Kelam, Bir Şiir

     Sevgili Hikmet Bey, öyle uzun zaman oldu ki sesinizi duymayıp kelamlarınızla hemhal olmayalı... Hayatımın en çıkmaza girdiği, en çözümsüz kaldığım ve en bîçare hissettiğim döneminde elinizi eteğinizi çektiniz benden. Eskiden ben de ne çok şey anlatırdım. Ekseriyetle sükuta gömülürdünüz lakin derin bir duyuşla dinlerdiniz. Etrafımdan herkesin çekildiği, çevremin ıssızlaştığı dönemlerde dahi köşenizde oturur öylece seyrederdiniz hayatımın akışını. Ne düşünürdünüz, bilmem. Lakin çok içli bakardınız. Yalan yok, bazen ben bile kendime üzülürdüm sizin mahzun bakışlarınızdan ötürü. Tabi bana mı üzülürdünüz yoksa bir kere olduğunu fark etmeyip öylece harcadığım hayatıma mı, karar veremiyorum. Bu ikileme de son zamanlarda düştüğümü belirtmeliyim.    Dönüp baktığımda sanki bende çok varmış da etrafa dağıtmam gerekiyormuş gibi fütursuzca harcamışım duygularımı. Çok sevmiş, çok tevazu göstermişim. Her şeyi alttan almış, beni parçalayan şeyleri sanki canımı teğet geçm...

İmkanlar İçinde İmkansızlıklar Listesi

     Hayatı bir yabancı gibi yaşamak nasıl bir şey bilir misin Hikmet Bey? Ben çok iyi bilirim. Hep uzaktan izlersin. Dışlanmış küçük bir çocuk gibi mutsuz hissedersin. Hayat akar, insanlar hayatını yaşar ama sen hep buruk ve eksik kalırsın. İşin kötü tarafıysa küçük çocuk gibi kenara çekilip hayatın akışına izin veremezsin. Daha doğrusu hayat senin yakanı bırakmaz. Muhakkak devam etmen gerekir. Ne kadar kötü hissedersen hisset sana yol vermez. İki dakika nefeslenmene katlanamaz.    Sen hayatı bir perdenin ardından izlerken aynı hayat seni yaşamaya zorlar. Sırf bu yüzden diğer insanlar içinde ruhsuz bir bedende nefes almaya devam edersin. Yersin, içersin, sohbet eder hatta gülersin. Hepsinin içinde en çok gülmek acıtır. Canın böylesine yanarken gülmek çok zor gelir çünkü. Acına, yaşanmışlıklarına, en çok da yaşanması mümkünken yaşanmamışlıklarına hakaret sayarsın gülmeyi. Ama imtihan da budur ya: Seni en çok zorlayan anda dirayetli kalabilmek.    B...

İki Kelimelik Mektup

    Tanrım... diye başlamıştı bir mektup.    Uzun susuşlar ve sessiz ağlayışlar sonunda edilen tek kelam 'Amin.' olmuştu ki bu mektubun ikinci ve son cümlesiydi.    Kısalığına rağmen dünyanın en uzun cümleleri kurulmuştu bu iki kelam arasında. Bir insanın susarak ne çok şey anlatacağına dair kanıt niteliğindeydi. Belki yakarış, belki iç dökme, belki de şikayet mektubuydu. Gerçi yeryüzünde, insanı bunlar dışında hangi mesele büyük bir suskunluğa hapsedebilirdi ki? Zira için için yanmayan hiçbir varlık susmanın, susarak konuşmanın, sessiz haykırışlarla yalvarmanın yükünü omuzlayamazdı. Ancak derinden yanan bir yürek bu yükün karşısında dağ gibi durup içinde attığı bedeni böylesi bir ateşte yürütebilirdi.    Ateşlerde kavrulmamış bir fani 'Tanrım' diye yakaramazdı. Zaten cennetten kovulmamış hiçbir faninin yolu da tanrısına düşmezdi. Yolu bazen sağa bazen sola kıvrılırdı. Lakin yolun ne tozu üstüne sinerdi ne rüzgarı tenini incitirdi. Teni incinenle...