Ana içeriğe atla

Dert Kasesi

   Nefesim daralıyor Hikmet Bey. Göğsümün üstünde gelmiş geçmiş cümle insanlığın yükünü taşıyorum sanki. Nefes alıyorum ama bu bir zorunluluk değil, bir ihtiyaç değil. Öylesine bir fiil sanki.

   Yaşamımın ortasına kurmuşum huzursuzluk sofrasını, bağdaş kurmuş oturmuşum tek başıma. İçi delik bir kaşıkla güzel olan her şeyden birer birer alıyorum. Yaşama dair tadım kaçıyor. 

   Ruhumun girdapları beni yoruyor Hikmet Bey. Oturup da kimseye şikayet edemiyorum. Tanrıya gidiyorum birkaç kelam için. Kimseye söyleme ama sanırım Tanrıyla da aramız bozuk. Eskiden kulak verirdi sesime, biliyorum. Hissederdim. Bu aralar Tanrı dahil kimse sesimi duymak istemiyor. Ya da ben sesimi duysunlar istemiyorum da olan tüm gücümle suçu onlara atıyorum. Bilmiyorum.

   Koca bir bilinmezlik çukuru bu Hikmet Bey. 

   Attığım adımların sayısını, atmam gereken adımları, hislerimi, düşüncelerimi... Ben, beni bilmiyorum. 

   Şöyle ağız tadıyla dinleneceğimiz bir yer olsa mesela. Orada dursak. Sadece dursak. Öyle bir durmuş olsak ki Hikmet Bey, alınmamış tüm nefesleri almış, görülmemiş tüm güzelliklere şahit olmuş, yaşanmamış tüm hayatları yaşamış olsak. 

   Tanrıya sormalı, onun yanından başka bir yer var mıdır öyle sakin ve sessiz olan. Koca bir sessizliğin hüküm sürdüğü sesler ülkesi. 

   Ben sanmıyorum. Keşke olsaymış Hikmet Bey.

   Derin bir nefes alıyorum yine de. Yaşadığımı cümle aleme kanıtlarcasına içli bir nefes. Birazdan dışarı çıkarım rüzgar tenimde dolaşır. Belki birkaç yağmur damlası hissederim. Ardından susa susa bağırırım, "İşte, yaşıyorum." diye. Kan damarlarımda aykırı güçlerle akarken bu konuşmayı bir daha düşünürüm. Sonra efendi efendi göğsümdeki ağırlıkla yaşamaya devam ederim.

   Tüm dert yanmalarımızın sonu gibi hoş değil mi Hikmet Bey?

   

   

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Dost, Bir Kelam, Bir Şiir

     Sevgili Hikmet Bey, öyle uzun zaman oldu ki sesinizi duymayıp kelamlarınızla hemhal olmayalı... Hayatımın en çıkmaza girdiği, en çözümsüz kaldığım ve en bîçare hissettiğim döneminde elinizi eteğinizi çektiniz benden. Eskiden ben de ne çok şey anlatırdım. Ekseriyetle sükuta gömülürdünüz lakin derin bir duyuşla dinlerdiniz. Etrafımdan herkesin çekildiği, çevremin ıssızlaştığı dönemlerde dahi köşenizde oturur öylece seyrederdiniz hayatımın akışını. Ne düşünürdünüz, bilmem. Lakin çok içli bakardınız. Yalan yok, bazen ben bile kendime üzülürdüm sizin mahzun bakışlarınızdan ötürü. Tabi bana mı üzülürdünüz yoksa bir kere olduğunu fark etmeyip öylece harcadığım hayatıma mı, karar veremiyorum. Bu ikileme de son zamanlarda düştüğümü belirtmeliyim.    Dönüp baktığımda sanki bende çok varmış da etrafa dağıtmam gerekiyormuş gibi fütursuzca harcamışım duygularımı. Çok sevmiş, çok tevazu göstermişim. Her şeyi alttan almış, beni parçalayan şeyleri sanki canımı teğet geçm...

İmkanlar İçinde İmkansızlıklar Listesi

     Hayatı bir yabancı gibi yaşamak nasıl bir şey bilir misin Hikmet Bey? Ben çok iyi bilirim. Hep uzaktan izlersin. Dışlanmış küçük bir çocuk gibi mutsuz hissedersin. Hayat akar, insanlar hayatını yaşar ama sen hep buruk ve eksik kalırsın. İşin kötü tarafıysa küçük çocuk gibi kenara çekilip hayatın akışına izin veremezsin. Daha doğrusu hayat senin yakanı bırakmaz. Muhakkak devam etmen gerekir. Ne kadar kötü hissedersen hisset sana yol vermez. İki dakika nefeslenmene katlanamaz.    Sen hayatı bir perdenin ardından izlerken aynı hayat seni yaşamaya zorlar. Sırf bu yüzden diğer insanlar içinde ruhsuz bir bedende nefes almaya devam edersin. Yersin, içersin, sohbet eder hatta gülersin. Hepsinin içinde en çok gülmek acıtır. Canın böylesine yanarken gülmek çok zor gelir çünkü. Acına, yaşanmışlıklarına, en çok da yaşanması mümkünken yaşanmamışlıklarına hakaret sayarsın gülmeyi. Ama imtihan da budur ya: Seni en çok zorlayan anda dirayetli kalabilmek.    B...

İki Kelimelik Mektup

    Tanrım... diye başlamıştı bir mektup.    Uzun susuşlar ve sessiz ağlayışlar sonunda edilen tek kelam 'Amin.' olmuştu ki bu mektubun ikinci ve son cümlesiydi.    Kısalığına rağmen dünyanın en uzun cümleleri kurulmuştu bu iki kelam arasında. Bir insanın susarak ne çok şey anlatacağına dair kanıt niteliğindeydi. Belki yakarış, belki iç dökme, belki de şikayet mektubuydu. Gerçi yeryüzünde, insanı bunlar dışında hangi mesele büyük bir suskunluğa hapsedebilirdi ki? Zira için için yanmayan hiçbir varlık susmanın, susarak konuşmanın, sessiz haykırışlarla yalvarmanın yükünü omuzlayamazdı. Ancak derinden yanan bir yürek bu yükün karşısında dağ gibi durup içinde attığı bedeni böylesi bir ateşte yürütebilirdi.    Ateşlerde kavrulmamış bir fani 'Tanrım' diye yakaramazdı. Zaten cennetten kovulmamış hiçbir faninin yolu da tanrısına düşmezdi. Yolu bazen sağa bazen sola kıvrılırdı. Lakin yolun ne tozu üstüne sinerdi ne rüzgarı tenini incitirdi. Teni incinenle...