Ana içeriğe atla

Aykırı Düşünceler

   Saatin sesi yeniden canımı sıkmaya başladı. Tüm perdeleri çekip bütün yorganları üstüme almak istiyorum. Belki ben de dünyayı görmezden gelirsem mutlu olabilirim. İnsanlar öyle yapıyorlar. Yok sayıyorlar. Demek ki yaşamanın doğrusu böyle.
 
   Sahi, yaşamanın doğrusu olur mu? Dümdüz yaşarsın. Öyle değil midir? Yaşamı da bir çizgiye sokmamız gerekiyor yani, öyle mi?

   Çok garip.
   
   Peki ölüm. Nasıl öleceğiz ey insansoyu? Her şeye çözümünüz vardır. Bunu da söyleyiverin bari. Ölürken ne söylemeli? Mesela bir şiirle bitirsem hayatımı, bir türkü tuttursam son nefesimle. Çok güzel olurdu. Sizin istediğiniz gibi yeterince iyi bir ölüm olmazdı, kabul. 

   Fakat ölümümü size vermeyeceğim. Son hamlemi sizin cümlelerinizi, sizin normlarınızı ezerek yapacağım. Son olduğu için ne dediğiniz de bir anlam ifade etmeyecek zaten. Hem bu hamlemin ardından siz konuşurken ben ruhumu bambaşka bir yerde dinlendiriyor olacağım. 

   Belki giderken size gülerim. Alaycı bir gülüş. Fakat son gülüşüm vurucu olmalı. O gülüşle anılmalıyım. Oysa siz, ölüm kelimesiyle bile dehşete kapılmış bir yüz çizmiştiniz ölenlere. Yine güldüm. Kusuruma bakın. Sizi ağlatan beni güldürüyor. 

   Ne çok ölümden bahsediyorum değil mi? Kesin yaşantımdan memnun değilimdir. Üzgün de değilim ama hadi kibarlık olsun; üzgünüm, bilemediniz. Aksinize yaşamımı anlamlandırıyorum. Adımlarımın ölümle yaptığı anlaşma hayatıma heyecan katıyor. Böylece her yaptığım işte, ölümün ihtişamlı imzasını taşıyorum. 

   Ettiğim kelamlar da bazı bazı dokunuyor normlarınıza. Biliyorum. Zaten tam da bu yüzden ağız tadıyla yaşayamıyoruz ya. Siz ve keskin çizgileriniz...

   Sözün özü, yaşamını sizin normlarınıza kaptırmış herkes için yaşayacağım. Yaşamı, ölümle koynumda taşıyacağım. 



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Dost, Bir Kelam, Bir Şiir

     Sevgili Hikmet Bey, öyle uzun zaman oldu ki sesinizi duymayıp kelamlarınızla hemhal olmayalı... Hayatımın en çıkmaza girdiği, en çözümsüz kaldığım ve en bîçare hissettiğim döneminde elinizi eteğinizi çektiniz benden. Eskiden ben de ne çok şey anlatırdım. Ekseriyetle sükuta gömülürdünüz lakin derin bir duyuşla dinlerdiniz. Etrafımdan herkesin çekildiği, çevremin ıssızlaştığı dönemlerde dahi köşenizde oturur öylece seyrederdiniz hayatımın akışını. Ne düşünürdünüz, bilmem. Lakin çok içli bakardınız. Yalan yok, bazen ben bile kendime üzülürdüm sizin mahzun bakışlarınızdan ötürü. Tabi bana mı üzülürdünüz yoksa bir kere olduğunu fark etmeyip öylece harcadığım hayatıma mı, karar veremiyorum. Bu ikileme de son zamanlarda düştüğümü belirtmeliyim.    Dönüp baktığımda sanki bende çok varmış da etrafa dağıtmam gerekiyormuş gibi fütursuzca harcamışım duygularımı. Çok sevmiş, çok tevazu göstermişim. Her şeyi alttan almış, beni parçalayan şeyleri sanki canımı teğet geçm...

İmkanlar İçinde İmkansızlıklar Listesi

     Hayatı bir yabancı gibi yaşamak nasıl bir şey bilir misin Hikmet Bey? Ben çok iyi bilirim. Hep uzaktan izlersin. Dışlanmış küçük bir çocuk gibi mutsuz hissedersin. Hayat akar, insanlar hayatını yaşar ama sen hep buruk ve eksik kalırsın. İşin kötü tarafıysa küçük çocuk gibi kenara çekilip hayatın akışına izin veremezsin. Daha doğrusu hayat senin yakanı bırakmaz. Muhakkak devam etmen gerekir. Ne kadar kötü hissedersen hisset sana yol vermez. İki dakika nefeslenmene katlanamaz.    Sen hayatı bir perdenin ardından izlerken aynı hayat seni yaşamaya zorlar. Sırf bu yüzden diğer insanlar içinde ruhsuz bir bedende nefes almaya devam edersin. Yersin, içersin, sohbet eder hatta gülersin. Hepsinin içinde en çok gülmek acıtır. Canın böylesine yanarken gülmek çok zor gelir çünkü. Acına, yaşanmışlıklarına, en çok da yaşanması mümkünken yaşanmamışlıklarına hakaret sayarsın gülmeyi. Ama imtihan da budur ya: Seni en çok zorlayan anda dirayetli kalabilmek.    B...

İki Kelimelik Mektup

    Tanrım... diye başlamıştı bir mektup.    Uzun susuşlar ve sessiz ağlayışlar sonunda edilen tek kelam 'Amin.' olmuştu ki bu mektubun ikinci ve son cümlesiydi.    Kısalığına rağmen dünyanın en uzun cümleleri kurulmuştu bu iki kelam arasında. Bir insanın susarak ne çok şey anlatacağına dair kanıt niteliğindeydi. Belki yakarış, belki iç dökme, belki de şikayet mektubuydu. Gerçi yeryüzünde, insanı bunlar dışında hangi mesele büyük bir suskunluğa hapsedebilirdi ki? Zira için için yanmayan hiçbir varlık susmanın, susarak konuşmanın, sessiz haykırışlarla yalvarmanın yükünü omuzlayamazdı. Ancak derinden yanan bir yürek bu yükün karşısında dağ gibi durup içinde attığı bedeni böylesi bir ateşte yürütebilirdi.    Ateşlerde kavrulmamış bir fani 'Tanrım' diye yakaramazdı. Zaten cennetten kovulmamış hiçbir faninin yolu da tanrısına düşmezdi. Yolu bazen sağa bazen sola kıvrılırdı. Lakin yolun ne tozu üstüne sinerdi ne rüzgarı tenini incitirdi. Teni incinenle...