Ne yaşamaya, ne düşünmeye vaktimiz var. Bir şeylere yetişme telaşındayız. O 'şey'lere yetişmeye çalışırken özümüzü kaybediyoruz. Bu sefer tek nefeslik ömrümüz boşa gelip geçiyor. O özü kaybettikçe herkes, her şey ağır geliyor şu aciz omuzlara.
Öylesine, fütursuzca yaşıyoruz şu kervanda. Ve en komiği de yolcu olduğumuz bu kervanda, hancı gibi davranıyoruz. Bizim olmayana bizim deyip o yükün altında hınca hınç eziliyoruz. Sonrasında da yorulmaktan dem vuruyoruz.
Ah üstadım... Oturup iki kelam edemiyoruz. Senin derdin bana hikaye, benim derdim sana masal oluyor. Hal hatır dahi soramıyoruz. Yüzleri göremiyoruz ki. Kum niyetine telefon bulup hakikatten kaçarcasına deve gibi başımızı gömüyoruz o hayali kuma. Şu başları kaldırıp iki tebessüm etmekten dahi aciziz.
Suratlarımızda yüzlerce yılın yorgunluğu, bıkkınlığı var sanki. Öyle ki ne teşekkür biliriz, ne teşekküre ricayı. Ne selam vermeyi ne de verilen selama geri dönüşü biliriz. Gülmek fiilindeki mutlulukla uçuşan harflerin dahi farkında olamayız. Öylesine dünya kokarız.
Taş yığınları arasında kalmaktan olsa gerek, fazla taş kalpli de kesilmişiz üstadım. Duvar gibi suratlar, kireç gibi yürekler, vursan cam gibi kırılacak nahiflikten bihaber ruhlar... Sorsan neden böyleyiz.. Sahi sorsana, neden böyleyiz?
Hayatımızı zorlaştırıyoruz bana sorarsan. Yağmur yağmış, yer gök toprak kokuyor. Yerler hafif çamur, gökyüzünde gökkuşağına eşlik eden ince bir güneş ışığı huzmesi mevcut. Gafilin biri tutup da yere bakıyor, "Ne berbat bir gün, şu yerlere bak hep çamur." diyor. Aynı anda, aynı ortamda bir başkası ise göğe bakıyor ve "Ne hoş bir gün, gökyüzü tüm güzelliklerini insanoğluna açıvermiş." diyor. Ee bu iki kişi de aynı anı yaşamıyorlar mı? Ne diye biri daha mutludur o vakit? Kader midir onu mutsuz eden yoksa bakış açısı mıdır bir diğerini mesut eden?
Bir yere misafirliğe giderken her şeyin en güzelini umdun diye tam da öyle olacak mı sandın? Umduğunu bulamadın diye ev sahibine ses edebilir misin? Eve sahip değilsin, vereceğin ters tepkiler ancak deli eder seni.
Peki ya sen buraya misafirliğe gelmişken nasıl olur da umduğunu ararsın? Zahirdeki ev sahibine isteğinle böbürlenemezken batındaki hancıya neden böbürlenirsin? Bulduğuna şükretsen şu handa daha güzel anlar yaşayacaksın oysa ki.
Buraya ait değilsin. Gelmişsin, şahit oldun ve gidiyorsun. Yaptığın delilik, divanelik. Ondandır zahirde deli sanılanlara pek inanmayışım. Şimdi sen us sahibi görünürsün diye sana deli diyemez miyiz? Batındaki deli sen olamaz mısın şu ettiklerinden sonra?
Hayra çıkacağını düşündüğüm şeylerin tekrarını da hayırlı bulurum. O sebeple bir kez daha derim; hayatı zehrediyoruz kendimize. Gökyüzüne bakmak elimizdeyken çamura bakıyoruz. Güzel gün görmek yerine kötü gün görüyoruz inatla. Kusur arayıp duruyoruz. Oysa kusur gören gözdedir, bilmiyoruz.
Ha bir de, her şeyi ayırıp ayrıştırdığımız gibi sevgiyi de bölüyoruz. Sevmek midir, sevilmek midir diye diye güzel olan birkaç şeyi tüketiyoruz. Çokluk vuku buldu diye var olan "bir"i neden görünendeki gibi çok zannederiz? Dalga tutar küçüğüyle büyüğüyle kıyıya vurur. Kendini görünen eyler. Ama sonunda geldiği yere geri döner, boyutu ne olursa olsun. Deniz de vardır, dalga da. Zahirde iki, batında birdir oysa varlıkları.
Velhasılıkelam üstadım, basit yaşamayı karmaşıklık içinde arıyoruz. Nefes alırken dahi alengirli işlere girişiyoruz. Yola çıkmayıp yoldan çıkmayı tercih ediyoruz. Ve hiç aramıyoruz hakikati.
Öylesine, fütursuzca yaşıyoruz şu kervanda. Ve en komiği de yolcu olduğumuz bu kervanda, hancı gibi davranıyoruz. Bizim olmayana bizim deyip o yükün altında hınca hınç eziliyoruz. Sonrasında da yorulmaktan dem vuruyoruz.
Ah üstadım... Oturup iki kelam edemiyoruz. Senin derdin bana hikaye, benim derdim sana masal oluyor. Hal hatır dahi soramıyoruz. Yüzleri göremiyoruz ki. Kum niyetine telefon bulup hakikatten kaçarcasına deve gibi başımızı gömüyoruz o hayali kuma. Şu başları kaldırıp iki tebessüm etmekten dahi aciziz.
Suratlarımızda yüzlerce yılın yorgunluğu, bıkkınlığı var sanki. Öyle ki ne teşekkür biliriz, ne teşekküre ricayı. Ne selam vermeyi ne de verilen selama geri dönüşü biliriz. Gülmek fiilindeki mutlulukla uçuşan harflerin dahi farkında olamayız. Öylesine dünya kokarız.
Taş yığınları arasında kalmaktan olsa gerek, fazla taş kalpli de kesilmişiz üstadım. Duvar gibi suratlar, kireç gibi yürekler, vursan cam gibi kırılacak nahiflikten bihaber ruhlar... Sorsan neden böyleyiz.. Sahi sorsana, neden böyleyiz?
Hayatımızı zorlaştırıyoruz bana sorarsan. Yağmur yağmış, yer gök toprak kokuyor. Yerler hafif çamur, gökyüzünde gökkuşağına eşlik eden ince bir güneş ışığı huzmesi mevcut. Gafilin biri tutup da yere bakıyor, "Ne berbat bir gün, şu yerlere bak hep çamur." diyor. Aynı anda, aynı ortamda bir başkası ise göğe bakıyor ve "Ne hoş bir gün, gökyüzü tüm güzelliklerini insanoğluna açıvermiş." diyor. Ee bu iki kişi de aynı anı yaşamıyorlar mı? Ne diye biri daha mutludur o vakit? Kader midir onu mutsuz eden yoksa bakış açısı mıdır bir diğerini mesut eden?
Bir yere misafirliğe giderken her şeyin en güzelini umdun diye tam da öyle olacak mı sandın? Umduğunu bulamadın diye ev sahibine ses edebilir misin? Eve sahip değilsin, vereceğin ters tepkiler ancak deli eder seni.
Peki ya sen buraya misafirliğe gelmişken nasıl olur da umduğunu ararsın? Zahirdeki ev sahibine isteğinle böbürlenemezken batındaki hancıya neden böbürlenirsin? Bulduğuna şükretsen şu handa daha güzel anlar yaşayacaksın oysa ki.
Buraya ait değilsin. Gelmişsin, şahit oldun ve gidiyorsun. Yaptığın delilik, divanelik. Ondandır zahirde deli sanılanlara pek inanmayışım. Şimdi sen us sahibi görünürsün diye sana deli diyemez miyiz? Batındaki deli sen olamaz mısın şu ettiklerinden sonra?
Hayra çıkacağını düşündüğüm şeylerin tekrarını da hayırlı bulurum. O sebeple bir kez daha derim; hayatı zehrediyoruz kendimize. Gökyüzüne bakmak elimizdeyken çamura bakıyoruz. Güzel gün görmek yerine kötü gün görüyoruz inatla. Kusur arayıp duruyoruz. Oysa kusur gören gözdedir, bilmiyoruz.
Ha bir de, her şeyi ayırıp ayrıştırdığımız gibi sevgiyi de bölüyoruz. Sevmek midir, sevilmek midir diye diye güzel olan birkaç şeyi tüketiyoruz. Çokluk vuku buldu diye var olan "bir"i neden görünendeki gibi çok zannederiz? Dalga tutar küçüğüyle büyüğüyle kıyıya vurur. Kendini görünen eyler. Ama sonunda geldiği yere geri döner, boyutu ne olursa olsun. Deniz de vardır, dalga da. Zahirde iki, batında birdir oysa varlıkları.
Velhasılıkelam üstadım, basit yaşamayı karmaşıklık içinde arıyoruz. Nefes alırken dahi alengirli işlere girişiyoruz. Yola çıkmayıp yoldan çıkmayı tercih ediyoruz. Ve hiç aramıyoruz hakikati.
Oysa Mevlana ne güzel demiş: 'Arayan bulur.'
Yorumlar
Yorum Gönder