Ana içeriğe atla

Muhabbet Meclisi

 
  Ne yaşamaya, ne düşünmeye vaktimiz var. Bir şeylere yetişme telaşındayız. O 'şey'lere yetişmeye çalışırken özümüzü kaybediyoruz. Bu sefer tek nefeslik ömrümüz boşa gelip geçiyor. O özü kaybettikçe herkes, her şey ağır geliyor şu aciz omuzlara.

   Öylesine, fütursuzca yaşıyoruz şu kervanda. Ve en komiği de yolcu olduğumuz bu kervanda, hancı gibi davranıyoruz. Bizim olmayana bizim deyip o yükün altında hınca hınç eziliyoruz. Sonrasında da yorulmaktan dem vuruyoruz.

   Ah üstadım... Oturup iki kelam edemiyoruz. Senin derdin bana hikaye, benim derdim sana masal oluyor. Hal hatır dahi soramıyoruz. Yüzleri göremiyoruz ki. Kum niyetine telefon bulup hakikatten kaçarcasına deve gibi başımızı gömüyoruz o hayali kuma. Şu başları kaldırıp iki tebessüm etmekten dahi aciziz.

   Suratlarımızda yüzlerce yılın yorgunluğu, bıkkınlığı var sanki. Öyle ki ne teşekkür biliriz, ne teşekküre ricayı. Ne selam vermeyi ne de verilen selama geri dönüşü biliriz. Gülmek fiilindeki mutlulukla uçuşan harflerin dahi farkında olamayız. Öylesine dünya kokarız.

   Taş yığınları arasında kalmaktan olsa gerek, fazla taş kalpli de kesilmişiz üstadım. Duvar gibi suratlar, kireç gibi yürekler, vursan cam gibi kırılacak nahiflikten bihaber ruhlar... Sorsan neden böyleyiz.. Sahi sorsana, neden böyleyiz?

   Hayatımızı zorlaştırıyoruz bana sorarsan. Yağmur yağmış, yer gök toprak kokuyor. Yerler hafif çamur, gökyüzünde gökkuşağına eşlik eden ince bir güneş ışığı huzmesi mevcut. Gafilin biri tutup da yere bakıyor, "Ne berbat bir gün, şu yerlere bak hep çamur." diyor. Aynı anda, aynı ortamda bir başkası ise göğe bakıyor ve "Ne hoş bir gün, gökyüzü tüm güzelliklerini insanoğluna açıvermiş." diyor. Ee bu iki kişi de aynı anı yaşamıyorlar mı? Ne diye biri daha mutludur o vakit? Kader midir onu mutsuz eden yoksa bakış açısı mıdır bir diğerini mesut eden?

   Bir yere misafirliğe giderken her şeyin en güzelini umdun diye tam da öyle olacak mı sandın? Umduğunu bulamadın diye ev sahibine ses edebilir misin? Eve sahip değilsin, vereceğin ters tepkiler ancak deli eder seni.

   Peki ya sen buraya misafirliğe gelmişken nasıl olur da umduğunu ararsın? Zahirdeki ev sahibine isteğinle böbürlenemezken batındaki hancıya neden böbürlenirsin? Bulduğuna şükretsen şu handa daha güzel anlar yaşayacaksın oysa ki.

   Buraya ait değilsin. Gelmişsin, şahit oldun ve gidiyorsun. Yaptığın delilik, divanelik. Ondandır zahirde deli sanılanlara pek inanmayışım. Şimdi sen us sahibi görünürsün diye sana deli diyemez miyiz? Batındaki deli sen olamaz mısın şu ettiklerinden sonra?

   Hayra çıkacağını düşündüğüm şeylerin tekrarını da hayırlı bulurum. O sebeple bir kez daha derim; hayatı zehrediyoruz kendimize. Gökyüzüne bakmak elimizdeyken çamura bakıyoruz. Güzel gün görmek yerine kötü gün görüyoruz inatla. Kusur arayıp duruyoruz. Oysa kusur gören gözdedir, bilmiyoruz.

   Ha bir de, her şeyi ayırıp ayrıştırdığımız gibi sevgiyi de bölüyoruz. Sevmek midir, sevilmek midir diye diye güzel olan birkaç şeyi tüketiyoruz. Çokluk vuku buldu diye var olan "bir"i neden görünendeki gibi çok zannederiz? Dalga tutar küçüğüyle büyüğüyle kıyıya vurur. Kendini görünen eyler. Ama sonunda geldiği yere geri döner, boyutu ne olursa olsun. Deniz de vardır, dalga da. Zahirde iki, batında birdir oysa varlıkları.

   Velhasılıkelam üstadım, basit yaşamayı karmaşıklık içinde arıyoruz. Nefes alırken dahi alengirli işlere girişiyoruz. Yola çıkmayıp yoldan çıkmayı tercih ediyoruz. Ve hiç aramıyoruz hakikati.

   Oysa Mevlana ne güzel demiş: 'Arayan bulur.' 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Dost, Bir Kelam, Bir Şiir

     Sevgili Hikmet Bey, öyle uzun zaman oldu ki sesinizi duymayıp kelamlarınızla hemhal olmayalı... Hayatımın en çıkmaza girdiği, en çözümsüz kaldığım ve en bîçare hissettiğim döneminde elinizi eteğinizi çektiniz benden. Eskiden ben de ne çok şey anlatırdım. Ekseriyetle sükuta gömülürdünüz lakin derin bir duyuşla dinlerdiniz. Etrafımdan herkesin çekildiği, çevremin ıssızlaştığı dönemlerde dahi köşenizde oturur öylece seyrederdiniz hayatımın akışını. Ne düşünürdünüz, bilmem. Lakin çok içli bakardınız. Yalan yok, bazen ben bile kendime üzülürdüm sizin mahzun bakışlarınızdan ötürü. Tabi bana mı üzülürdünüz yoksa bir kere olduğunu fark etmeyip öylece harcadığım hayatıma mı, karar veremiyorum. Bu ikileme de son zamanlarda düştüğümü belirtmeliyim.    Dönüp baktığımda sanki bende çok varmış da etrafa dağıtmam gerekiyormuş gibi fütursuzca harcamışım duygularımı. Çok sevmiş, çok tevazu göstermişim. Her şeyi alttan almış, beni parçalayan şeyleri sanki canımı teğet geçm...

İmkanlar İçinde İmkansızlıklar Listesi

     Hayatı bir yabancı gibi yaşamak nasıl bir şey bilir misin Hikmet Bey? Ben çok iyi bilirim. Hep uzaktan izlersin. Dışlanmış küçük bir çocuk gibi mutsuz hissedersin. Hayat akar, insanlar hayatını yaşar ama sen hep buruk ve eksik kalırsın. İşin kötü tarafıysa küçük çocuk gibi kenara çekilip hayatın akışına izin veremezsin. Daha doğrusu hayat senin yakanı bırakmaz. Muhakkak devam etmen gerekir. Ne kadar kötü hissedersen hisset sana yol vermez. İki dakika nefeslenmene katlanamaz.    Sen hayatı bir perdenin ardından izlerken aynı hayat seni yaşamaya zorlar. Sırf bu yüzden diğer insanlar içinde ruhsuz bir bedende nefes almaya devam edersin. Yersin, içersin, sohbet eder hatta gülersin. Hepsinin içinde en çok gülmek acıtır. Canın böylesine yanarken gülmek çok zor gelir çünkü. Acına, yaşanmışlıklarına, en çok da yaşanması mümkünken yaşanmamışlıklarına hakaret sayarsın gülmeyi. Ama imtihan da budur ya: Seni en çok zorlayan anda dirayetli kalabilmek.    B...

İki Kelimelik Mektup

    Tanrım... diye başlamıştı bir mektup.    Uzun susuşlar ve sessiz ağlayışlar sonunda edilen tek kelam 'Amin.' olmuştu ki bu mektubun ikinci ve son cümlesiydi.    Kısalığına rağmen dünyanın en uzun cümleleri kurulmuştu bu iki kelam arasında. Bir insanın susarak ne çok şey anlatacağına dair kanıt niteliğindeydi. Belki yakarış, belki iç dökme, belki de şikayet mektubuydu. Gerçi yeryüzünde, insanı bunlar dışında hangi mesele büyük bir suskunluğa hapsedebilirdi ki? Zira için için yanmayan hiçbir varlık susmanın, susarak konuşmanın, sessiz haykırışlarla yalvarmanın yükünü omuzlayamazdı. Ancak derinden yanan bir yürek bu yükün karşısında dağ gibi durup içinde attığı bedeni böylesi bir ateşte yürütebilirdi.    Ateşlerde kavrulmamış bir fani 'Tanrım' diye yakaramazdı. Zaten cennetten kovulmamış hiçbir faninin yolu da tanrısına düşmezdi. Yolu bazen sağa bazen sola kıvrılırdı. Lakin yolun ne tozu üstüne sinerdi ne rüzgarı tenini incitirdi. Teni incinenle...