Ana içeriğe atla

İçimizdeki Yaşlı Gezegenler

   Ruhu daralıyordu, farkındaydım. Farklı bir değişime gebeydi bakışları. Geçmişe özlem duyduğunu ne yapsa gizleyemiyordu. Muhsin abi tanıdım tanıyalı böyleydi. Hep birilerini kaybetmiş gibi etrafı süzer, en keyifli dakikalarında boşluğa dalar ve ekseriyetle bir  yanı buruk dururdu.    
  
    Bu melankolik tavrının aksine çok da konuşkandı. Sevgisinden vurulmasına rağmen insanları sevmekten vazgeçmez, her gelene bir güzel sebep bulmak için çabalardı. Özlerinde iyilik yattığına her şeyden, herkesten çok inanırdı. Böyle olmasının belki de tek doğru olduğunu söylerdi. Yoksa hayat kendini kapatarak, nefret ederek geçmezdi. Haklıydı da. 
   
   Yine bir deniz kenarında oturup dertleştiğimiz günlerden birinde, beni bana kendisiyle anlattığı hoş bir kelam etti. Şöyle başladı.:

   - Sanki yüz yıllık bir ruhu, yirmi dokuz yıllık bedene hapsetmişler. Geçmişe olan bu büyük özlemimi başka şekilde açıklayamıyorum.

   Özlemlerimiz aynıydı. Sevginin hak edildiği yere konulduğu, eşyanın insan hayatında tanrılaşmadığı dönemleri özlüyorduk. Delicesine bir özlemdi bu. Bir o kadar da tanıdıktı. Düşündüm, o yaş almış ruhlardan biri de yirmi bir yıllık bedene mi hapsedilmişti acaba? Geçmişten gelen o his, bu bedene, bu yüzyıla takılı mı kalmıştı? Kim bilir, belki. 

   Konuşmaya devam etti:

   - "Bak etrafına; hangi şeyler, kimler gerçek? Her ayrıntı bir yanlış üzere konulmuş gibi üzerime geliyor. Ben bile. Ben beni boğuyorum. Eskilerde böyle miydi? Eskiler de onlardan öncekilere mi özlem besliyordu? Öyle sanıyorum ki, özlemleri bu yüzyılın çocuklarının geçmişe özleminden daha fazla değildir. Şuna baksana, her yerde bir yapmacıklık seziyorum. Tek doğru, tek gerçek; türkülerde, denizin dalgasında, gökyüzünün mavisinde, ormanın sükunetinde saklı sanki. Onlar dışında hiçbir şey doğru gelmiyor. Hiçbir sevgi, gerçek sevgiyi andırmıyor." dedi.

   Gerçek sevgiyi andıran insanlar var mıydı ki Muhsin abi, dedim içten içe. Sevmeyi, sevilmeyi bilen kaç kişi kalmıştı ki şu hayatta. İnsan kendini bile sevemiyordu bu yüzyılda. Başkasına nasıl yetebilirdi? 

   Belki de sevmek yetirmek değil de, paylaşıp çoğaltmaktı. En büyük hatayı burada yapıyorduk. Sevdiğine katlanmak, yetmek gibi terimler kullanıyorduk. Her şeye katlanmak zorundaydık. İnsan neyi severse o, ona güzel gelirdi. Öyle diyorlar. Peki biz neyi seviyorduk ve neye katlanıyorduk? 

   - "Galiba biz çok feci yalancılarız Muhsin abi." dedim. 

   Esasında amacım içimden söylemekti. Tutamadım. 

   Önce güldü. Sonra yüzü soluklaştı, gözlerine buğu indi. Belli ki yine aklının her köşesi farklı bir fikirle çalkalanıyordu. Gözlerindeki buğu daha bir arttıktan sonra:

   - "Biliyor musun, son günlerde ait olduğum yeri çok özlemeye başladım." dedi.

   Ait olduğum yerden, kastının ne olduğunu merak ettim ve sordum. Gökyüzüne baktıktan sonra derin iç çekişiyle ekledi:

   - "Tanrı'nın yanındaki yerimi çok özlüyorum." 

   Bu cümlesinin üstüne ilk önce yutkunamadım. Daha sonra anladım, bu gezegende olanları yorgun ruhu kaldıramıyordu ve artık yaşamaya hevesi de yoktu. 

   Fakat dedim ya, Muhsin abi her zaman insanların özünde iyilik olduğunu savunurdu. Bu yüzden gelecek de güzel günlere gebeydi. Ona göre bu gezegen ve diğer tüm yaşlı ruhlar o özlenen günleri görecekti.

   Lakin birinin Muhsin abiye, kötülüğün ilk insanın varoluşunda başladığını ve son insanın yok oluşuna kadar devam edeceğini, bu yaşlı ruhların da ancak Tanrı'nın yanında huzura ereceğini söylemesi gerekiyordu. Ancak bildiğim tek şey, onu benim söylemeyeceğimdi. Zira yaşlı gezegenlerden biri de benim içimde yaşıyordu ve mutlak umuda ihtiyacı vardı.

   Çoğunluğun olduğu gibi.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Dost, Bir Kelam, Bir Şiir

     Sevgili Hikmet Bey, öyle uzun zaman oldu ki sesinizi duymayıp kelamlarınızla hemhal olmayalı... Hayatımın en çıkmaza girdiği, en çözümsüz kaldığım ve en bîçare hissettiğim döneminde elinizi eteğinizi çektiniz benden. Eskiden ben de ne çok şey anlatırdım. Ekseriyetle sükuta gömülürdünüz lakin derin bir duyuşla dinlerdiniz. Etrafımdan herkesin çekildiği, çevremin ıssızlaştığı dönemlerde dahi köşenizde oturur öylece seyrederdiniz hayatımın akışını. Ne düşünürdünüz, bilmem. Lakin çok içli bakardınız. Yalan yok, bazen ben bile kendime üzülürdüm sizin mahzun bakışlarınızdan ötürü. Tabi bana mı üzülürdünüz yoksa bir kere olduğunu fark etmeyip öylece harcadığım hayatıma mı, karar veremiyorum. Bu ikileme de son zamanlarda düştüğümü belirtmeliyim.    Dönüp baktığımda sanki bende çok varmış da etrafa dağıtmam gerekiyormuş gibi fütursuzca harcamışım duygularımı. Çok sevmiş, çok tevazu göstermişim. Her şeyi alttan almış, beni parçalayan şeyleri sanki canımı teğet geçm...

İmkanlar İçinde İmkansızlıklar Listesi

     Hayatı bir yabancı gibi yaşamak nasıl bir şey bilir misin Hikmet Bey? Ben çok iyi bilirim. Hep uzaktan izlersin. Dışlanmış küçük bir çocuk gibi mutsuz hissedersin. Hayat akar, insanlar hayatını yaşar ama sen hep buruk ve eksik kalırsın. İşin kötü tarafıysa küçük çocuk gibi kenara çekilip hayatın akışına izin veremezsin. Daha doğrusu hayat senin yakanı bırakmaz. Muhakkak devam etmen gerekir. Ne kadar kötü hissedersen hisset sana yol vermez. İki dakika nefeslenmene katlanamaz.    Sen hayatı bir perdenin ardından izlerken aynı hayat seni yaşamaya zorlar. Sırf bu yüzden diğer insanlar içinde ruhsuz bir bedende nefes almaya devam edersin. Yersin, içersin, sohbet eder hatta gülersin. Hepsinin içinde en çok gülmek acıtır. Canın böylesine yanarken gülmek çok zor gelir çünkü. Acına, yaşanmışlıklarına, en çok da yaşanması mümkünken yaşanmamışlıklarına hakaret sayarsın gülmeyi. Ama imtihan da budur ya: Seni en çok zorlayan anda dirayetli kalabilmek.    B...

İki Kelimelik Mektup

    Tanrım... diye başlamıştı bir mektup.    Uzun susuşlar ve sessiz ağlayışlar sonunda edilen tek kelam 'Amin.' olmuştu ki bu mektubun ikinci ve son cümlesiydi.    Kısalığına rağmen dünyanın en uzun cümleleri kurulmuştu bu iki kelam arasında. Bir insanın susarak ne çok şey anlatacağına dair kanıt niteliğindeydi. Belki yakarış, belki iç dökme, belki de şikayet mektubuydu. Gerçi yeryüzünde, insanı bunlar dışında hangi mesele büyük bir suskunluğa hapsedebilirdi ki? Zira için için yanmayan hiçbir varlık susmanın, susarak konuşmanın, sessiz haykırışlarla yalvarmanın yükünü omuzlayamazdı. Ancak derinden yanan bir yürek bu yükün karşısında dağ gibi durup içinde attığı bedeni böylesi bir ateşte yürütebilirdi.    Ateşlerde kavrulmamış bir fani 'Tanrım' diye yakaramazdı. Zaten cennetten kovulmamış hiçbir faninin yolu da tanrısına düşmezdi. Yolu bazen sağa bazen sola kıvrılırdı. Lakin yolun ne tozu üstüne sinerdi ne rüzgarı tenini incitirdi. Teni incinenle...